‘Ekoloji’ Akım mı yoksa sistem mi?
Ekin Güven
Sözlük anlamı olarak esasında bir sistemi tanımlayan Ekoloji kelimesi, yanına kattığı ‘Sürdürülebilirlik’ teması ile son 10 yılın yükselen akımlarından biri haline gelmiş bulunmaktalar. İlk bakışta bu çok olumlu gibi durabilir, ki keza öyle, sadece belli bir zümre olarak değil de toplumun geneli olarak yaşadığımız çevre ve onun sağlığı hakkında duyarlı olmamız ve bu yönde çalışmalar yapmamız tabii ki de olumlu bir gelişme, ancak, her ana akımın yaşadığı sorunu bu akım da yaşamakta: tanım bozukluğu ve bilgi kirliliği.
Doğayı ve doğal olanı korumak, 60’ların sonu 70’lerin başında Çiçek Çocukların etkisi ile felsefi bir fısıltıdan bir slogana dönüşerek sesini duyurmaya başladı. Üretim araçlarının yaygınlaşması ve kapitalist sistemin pompalaması sonucu iyice artarak bir hastalığa dönüşen tüketim çılgınlığının ilk semptomatik tedavisi gibiydi bu akım. Ancak bu akımın ivmelenmesi sonucu, ilerleyen zamanlarda palyatif çözümler yerini gerçekçi ve sürdürülebilir çözümlere bırakmaya başladı. Bu çözümlerin çoğalması ve işe yarar hale gelmelerindeki en büyük sebep muhtemelen problemlerin doğru tespiti ve bu problemlerin kaynakları üzerinden çözümlenmeleridir. İşte ‘Sürdürülebilirlik’ kavramı popüler literatüre bu tespitlerin bir sonucu olarak girdi.
Bunun olması aslında oldukça doğaldı, sanayileşme ile insan ırkı tüketeceğinden çok daha fazlasını çok daha kısa sürede üretebilir hale geldi, bu durum sadece artı değer kavramını ortaya çıkarmadı, tıpkı beraberinde getirdiği ekonomik alışkanlıklar gibi birçok atık da bu ilerlemenin sonucu olarak yaşam döngümüzü doğal dengesinden ve rayından çıkarmaya başladı. Raydan çıkmanın en büyük sebebi muhtemelen insan ırkının bu kadar hızlı gelişmeye ayak uyduramayacak kadar toy olmasıdır. İlk adımları hep iyi niyetle, insan yaşamının konforunu ve ömrünü uzatmaya yönelik atılan teknolojik ilerlemenin felsefi herhangi bir tabana oturmadan ve kullanıcıları tarafından sindirilmeden sürekli ivme kazanması, bu raydan çıkışı daha da korkunç bir hale getirmekte. Sanayileşmenin sonucu insanlık tarihinde ilk defa kent nüfusu kırsal nüfusu geçti, tarımsal üretim bütün dünyada tekelleşmeye başladı ve bizler ne yediğimizi dahi gerçek anlamda bilemez hale geldik. Kırsal nüfusun hızlı yer değiştirmesi beraberinde gelişmekte olan ve gelişmemiş ülkelerde ciddi kültürel erozyonlara ve toplumsal kopuşlara sebep olmaya başladı. Kültürel erozyon toplumsal bunalımları ve kendini yok etme güdüsünde kitlesel sendromları da beraberinde getiriyor. Babasının silahını bulan küçük bir çocuk gibi elinde bulundurduğu gücün farkında olmadan bütün kaynaklarını tüketmeye odaklanan bir canlı türü düşünün. Tabii ki bütün bu ilerlemeye ciddi anlamda yakıt sağlayacak olan petrol ve petrol kaynaklı ürünleri bu noktada şeytanlaştırmak genel kurguya haksızlık olur. Günün sonunda belli bir kotaya sahip bu kaynaklar da artık retro bir konumda ancak zaten sorun neyi neyden ürettiğimiz değil! Ne kadar ve ne amaçla ürettiğimiz ve bütün bu sorunlu gidişat sonucu baş edemeyeceğimiz kadar çok ortaya çıkardığımız atık ile nasıl başa çıktığımız. Sorunlu gidişatı başlatan üretim-tüketim çılgınlığı gerçek anlamda sentetik bir uyuşturucu gibi toplumları sorunun kaynağına eğilemeyecek derecede uyuşturmakta ve ergen sistem düşe kalka yoluna devam etmekte. İşte bu ergen sistemin içerisine onu düzelteceği düşünülerek atılan ‘Sürdürülebilirlik’ ve ‘Ekoloji’ kavramları günün sonunda sistemin birer parçası ve çıktısı olarak karşımıza çıkmakta. İşin kötüsü bu kavramlar öyle iyi tasarlanmış ‘Yeşil’ maskelerin arkasında karşımıza çıkıyorlar ki, gerçek olup olmadıklarını anlamak gün geçtikçe daha da zorlaşıyor. Tıpkı materyalist tüketim gibi kavramları da çok hızlı biçimde tüketmekteyiz.
2013 yılında Worldwatch enstitüsü tarafından yayınlanan ‘Dünyanın durumu 2013: Sürdürülebilirlik hala mümkün mü?’ (‘State of the World 2013: Is Sustainability Still Possible?’) almanağında, sürdürülebilirlik kelimesinin anlamını nasıl yitirmeye başladığından ve bu hızla 2050 yılında günlük yaşantıda kurulan her cümle içerisinde bir defa ‘Sürdürülebilirlik’ kelimesinin geçeceğinden bahsedilir. Hızlı tüketim kültürü günümüzde artık öyle bir noktaya geldi ki, kimse 30 dakikalık şovları bile izleyecek sabra sahip değil, 30-45 saniyelik video hapları ile uyuşmak yeni akım. Bu ve benzeri tespitler bize karamsar bir tablo çizebilir ancak bu durum ciddi bir değişimin de habercisi olabilir. Bu tüketim furyası içerisinde kendi halinde aslında hem bir bilim dalını hem de genel olarak ‘sistemin kendisini tanımlayan ‘Ekoloji’ kelimesini de tüketip bir kenara attık. Yakın geçmişte ‘Ekonomik olan’ anlamını ifade eden ‘Eko’ ön eki, şimdilerde ‘Kırsal doğaya uyumlu ve zarar vermeyen’ anlamını ifade etmekte. 10-15 sene içerisinde böyle sert bir değişime şahit olmak pek olağan değil. Halbuki kendi içinde kapalı devre yaşayan bütün sistemlerin bir ‘Ekoloji ’ye sahibi olduğunu söylemek çok da yanlış olmaz, pek tabii son senelerde iyice artan tüketim metaları sayesinde ekolojik olan ‘eko’ ön eki de işte bu sorunlu tüketim ekonomisine hizmet etmekte artık. Genişleyen pazara girmek isteyen her ürün, altyapısına bakmaksızın önüne getirdiği ‘Eko’ eki ile, ambalajında kullandığı ham kâğıt malzeme ile kendisini ekolojik bir ürün olarak tanımlayabilmekte.
Esasında Sürdürülebilirlik ve Ekoloji kavramları üzerine yoğunlaşarak toplumları ve kurumları uyaranlar için birer milat niteliğinde iki büyük olay gerçekleşti yakın zamanda: Tersine göçü bir anda hiç olmadığı kadar hızlandıran, plaza ve ofis ekolojisini derinden sarsan ‘Pandemi Dönemi’ ve 3. Kabuğumuz olan yapıların ne kadar önemli olduğunu, üzerinde yaşadığımız gezegenin en ufak hareketlerine dahi ne kadar çaresiz olduğumuzu gösteren 6 Şubat depremi. Bu iki olay ne kadar büyük acılara yol açmış olursa olsun, sonuçlarından çıkarılacak dersler bir o kadar büyük bir fırsatı ve değişimi işaret ediyor bizler için. Pandemi sonucu evlerine kapanmak zorunda kalan insanlar, içinde yaşadıkları düzeni ve sosyokültürel yapılanmalarını sorgulayacak ve hatta değiştirecek zamanı elde edebildiler; bu birçok beyaz yakalı çalışanın bulundukları evden, şehirden ve hatta ülkeden göç etmesine yol açtı. Bu göçlerin temel hedefinde ise kırsal alanlar var. İmkânı el verdiğince herkes kendisine açık veya yarı açık kırsal alan mekanları oluşturmaya çalıştı/çalışıyor. Pandeminin sonlanması ile bu akımın biteceği düşünülmesine rağmen kırsala akım yani tersine göç halen devam etmekte. Bu tersine göç, tarımın tekrar bağımsızlaşmasında ve orta sınıfın kırsal üretim kolları üzerinde hak ve söz sahibi olmasında rol oynayabilir. Ancak bunun için tersine göç eden bireylere yerel yönetimler rehber olmalıdırlar, yerel yönetimlerin rehberliğinde hem kırsalda çarpık yapılaşmanın önüne geçilir hem de bahsettiğimiz tarımsal üretim kaynakları ekonomilere kazandırılabilir. Bu rehberliğe ihtiyaç duyarak gerçekleştiren ülkeler mevcut ancak birçok ülke de bu rehber yoksunluğu kötüye gitmekte olan kırsal ekolojiyi daha da kötüye sürüklemekte. Bizim ülkemiz de ne yazık ki rehbersiz olmanın bedelini yavaş yavaş ödemeye başlıyor. Zaten halihazırda başıboş bırakılmış kırsal ve ormanlık alanları, yönetmelik ve kolluk kuvvetlerinin yetersizliğinden ötürü resmen bir işgal tehdidi ile karşı karşıya. Avrupa’da, konut bedellerini karşılayamama problemine karşın üretilen ‘Tiny House’ modeli tasarımlar tüketim çılgınlığımızın bir kurbanı olarak her yere kontrolsüzce yayılmakta ve daha önce kirletemediğimiz yerleri de kolayca ve konfor içinde kirletmemize yardımcı olmakta. Bu tarz taşınabilir yaşan modülleri yine de kalıcı yapı form ve modelleri yanında masum kalabilmekte. Hiçbir düşünce altyapısı olmadan, kırsalı ve ekolojisini hakir görerek içine yerleştirilen evler, villalar, malikaneler hem kullandıkları malzemeler ile hem de kullanış biçimleri ile içlerinde bulundukları doğaya çok daha büyük zararlar vermekteler. Burada bahsedilmesi gereken sadece betonarme ve benzeri yapıların üretim aşamasından kullanım ömürlerine kadar çevreye verdikleri zararlar değil; o yapılarda yaşayan kişilerin ortaya çıkardıkları atıklarla içlerinde bulundukları ekolojiyi öldüresiye biçimde kirletmeleri. İşte bütün bu sorunların ele alınarak çözümlerini de içlerinde barındıran kırsal yerleşke rehberlerinin bir an önce hazırlanması ve kamunun kullanımına sunulması öncelik teşkil etmelidir. Benzer bir durum ile 6 Şubat depremi sonrasında da karşılaşmaktayız ve çok daha ciddi sorunlarla da karşılaşacağız gibi duruyor. Kapalı kapılar ardında, muhatabı oldukları yerel yönetimlerin bile haberi olmadan tasarlanan ve planlanan şehirler ve yerleşkeler, konvansiyonel kent kurgularını taklit ederek oluşturulacak olurlarsa aynı felaketleri tekrar yaşamak kaçınılmaz olacaktır.
İşte bu karamsar tabloya karşılık değişim fırsatları ve onlara ulaşmanın yolları yine kadim bilgiden ve bu bilgilerin değerlendirilerek günümüze uyarlanmasından geçmekte. Sürdürülebilir yerleşkeler yolunda ilk yapmamız gereken karbon ayak izi düşük, yerel ve doğal malzemelerin sektöre kazandırılması olmalıdır, tıpkı önceden olduğu gibi. Doğal yapı malzemeleri hem ekonomik olarak sürdürülebilirler hem de yapı içi konforunun sağlanmasında baş rol oyuncuları olabilmekteler, bunlara ek olarak kadim tasarımlar ve çözümler incelenerek çağdaş iklimlendirme araçlarına ihtiyaç duyulmadan da ısıl konfor sağlanabilir. Artık ucuzlayan yenilenebilir enerji kaynakları ile yerleşkelerin enerji ihtiyacı karşılanmalı ancak öncelikle gerekli önlemler alınarak ihtiyaç olunabilecek enerji kapasitesi minimuma indirilmeli. Sağlıklı ve etkin yerleşkeler oluşturulduktan sonra atılması gereken en önemli adım kitlesel atık çözümlerini ölçek olarak hane ve mahalle ölçeğine indirmek. Günlük olarak ortaya çıkardığımız plastik, kâğıt, gıda vb. atık materyallerin küçük ölçeklerde geri dönüşümleri ve ekonomiye geri kazandırılmaları gayet mümkün. Bu konuda en büyük sorumluluk yerel yönetimlere düşmekte, bu küçük ölçekli atık yönetimlerini onlar kurgulamalı ve yaygınlaştırmalıdırlar, bir kez toplum bunun faydasını gördü mü zaten gerisi çorap söküğü gibi gelecektir. Doğayı birebir taklit etmek bu vakitten sonra bize faydadan çok zarar getirebilir ancak kendi doğamızı kabullenerek etrafımıza zarar vermeden entegre olmak bizi içinde bulunduğumuz bu felaket senaryosundan çıkarabilir.
Yeni akımlar eski sistemleri yerinden edebilir, tepki olarak doğduğu sistemin bir parçası haline de gelebilir. Ekoloji ve Sürdürülebilirlik akımları şu an resmen bıçak sırtında, içinde bulunduğumuz kültürel erozyonla beraber aslında bizim için hayati öneme sahip bu kavramları kötü ve ergen olan sisteme kurban edip etmemek bizim elimizde. Bütün bu süreç ihtimalleri içinde yeni terimleri hayatımıza almalı ve ağzımıza yersiz sakız ettiğimiz bazı terimleri de yerleri gelmedikçe kullanmamalıyız. Tüketim hırsımıza ve atık yönetimimize belki de kullandığımız dilden başlamak gerekecek. Gerçek anlamda sürdürülebilirlik yolunda insan soyunun yemesi gereken kırk fırın ekmek var daha ama sizler tüketim ölçünüzü (kullandığınız kavram ve kelimeler dahil) ve atıklarınızı nasıl değerlendireceğinizi düşünerek ilk ekmeği yemeğe başlayabilirsiniz, eninde sonunda dünyayı ve gelecek nesilleri sizler kurtaracaksınız.